MUTLULUK VE MEKAN
Hepimiz yaşamlarımız boyunca ‘mutlu’ olmak için çabalıyoruz. Çoğu zaman iyi dileklerimizde önce sağlık, hemen sonra mutluluk istiyor; yaptığımız her şeyi mutluluk tatmini ile anlamlandırma ihtiyacı hissediyoruz. Fakat neye erişmeye çalıştığımızı bilmek adına mutluluğu tanımlamaya çalıştığımızda, çoğumuz net kelimeler bulmakta zorlanıyoruz. Yaşamdan ve sahip olunanlardan memnun ve tatmin olma hissi, dengeli bir ruh hali ve içsel huzur gibi olgular çerçevesinde genellediğimiz mutluluk kavramı, aslında en temelde ihtiyaçlarımızın gereğince karşılanabiliyor olmasından başlıyor.
Hepimizin bildiği gibi temel gereksinimlerin en başında ise hayatta kalabilmek için yeme-içme ihtiyacının sonrasında barınma ihtiyacı geliyor. İnsanların; varoluşundan bu yana tarihsel süreç boyunca barınma ihtiyacını karşılamak için çeşitli yapılar inşa ettiklerini biliyoruz. İlk zamanlarda mağaralar ve doğal sığınaklar insanların korunma ve barınma ihtiyaçlarını karşılarken; zamanla insanların toplumsal yapıları ve kültürel değerleri değiştikçe, mekan algıları ve barınma ihtiyaçları da evrimleşiyor. Doğal sığınaklardan daha gelişmiş barınaklara, ardından gelen antik dönemde mimarlığın gelişmeye başlamasıyla birlikte daha komplike yapılara evrilen barınma alanlarında, işlevselliğin yanında estetik kaygılar da devreye girmeye başlıyor.
Ve sonrasında, şu anki konut mantalitesine gelinebilmesindeki en büyük kırılma noktası tabiki sanayi devrimi oluyor. Bildiğimiz gibi sanayi devrimiyle birlikte, endüstriyel üretim teknikleri ve malzemelerin kullanımı büyük ölçüde değişti. Bunun sonucunda, standartlaşmış evlerin üretimi oldukça kolaylaştı. Evlerde elektrik, su ve ısıtma gibi modern olanaklar standart hale gelmeye başlayınca, estetik ve fonksiyonellik dengesi de giderek önem kazanmaya başladı.
Peki, bu estetik yaklaşım kavramının altında neler yatıyor? Bir çok alanda etkilerini hissettiğimiz estetik kaygı, içinde yaşadığımız ve bizi çevreleyen tüm fiziksel mekanlarda kendisini nasıl gösteriyor? Bu noktada, teknolojinin giderek artan bir hızla gelişmesi ışığında ‘şehirleşme ve modernleşme’ sürecinin insanlar üzerindeki psikolojik etkilerine bakmak gerekiyor.
Hepimiz rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüzde en çok zaman geçirdiğimiz mekanlarımız şüphesiz evlerimiz ve çalışma alanlarımız. Gündelik yaşamımızda, sürekli olarak bu mekanların bize sunduğu ya da sunmadığı fiziksel olgular çerçevesinde beynimiz direkt ya da dolaylı yoldan etkileniyor, bir anlamda zihnimizde oluşan tüm bağlantılar bu somut filtre süzgecinden geçerek şekilleniyor. Küresel olarak süregelen kentleşme trendinin bir getirisi olarak, dünya nüfusunun %50’den fazlası artık şehirlerde yaşıyor ve bu oran giderek artıyor. Özellikle, bu trendin bir getirisi olan metropol hayatında caddelerde, yollarda, ticari alanlarda, iş yerlerimizde ve nihayetinde apartman dairelerimizde yapılı çevre etkisini oldukça fazla hissediyoruz. Dolayısıyla, aslında maruz kaldığımız her şey, psikolojimizi de oldukça şekillendiriyor.
Durum böyle olunca, çevremizde gözümüze ‘güzel’ gelen her şey, insan yapısının bir getirisi olarak ruhumuza iyi geliyor. Güzellik kavramı genel olarak bireyin duyusal deneyimlerine, kültürel geçmişine, kişisel tercihlerine ve çevresel faktörlere bağlı olarak değişebilen bir konsept olsa da, fiziksel çevre söz konusu olduğunda çoğumuz belirli temel kriterlerde buluşabiliyoruz. Özellikle doğa ile ilişkisi kopmamış, doğanın bir parçası olduğumuzu hissettiren mekanlar hepimize iyi geliyor. Çünkü, varoluşumuzdan bu yana doğa ile içsel bir bağlantı kurma ve ona ait hissetme olgusunu içimizde taşıyoruz. İki yanı ağaçlarla çevrilmiş, kuş sesleriyle renklenen, sakin ve güvenli bir yolda yürümek, kimseye kötü hissettirmeyecektir. Ya da kimse, penceresi eskimiş ve bakımsız apartmanlara bakan bir odayı, yemyeşil ağaçlara bakan bir odaya tercih etmeyecektir.
İşte tam da bu noktada, yaşadığımız evlerimizi ‘güzelleştirme’ ihtiyacından bahsetmek yerinde olacaktır. Aslında günümüzde bu ihtiyacın, sadece gözümüze iyi görünmesini istemek dışında bir çok alt anlamı olduğunu söylemek mümkün. Hepimiz düşünülerek özenle dekore edilmiş bir eve girdiğimizde ilk izlenim olarak pozitif yönde etkileniriz. Mekanı gözlerimizle tarar ve oraya dair neleri beğendiğimizi algılamaya çalışırız. Kullanılan malzemeler, renkler, eşyalar ve objeler bir bütünü oluşturduğunda kullanıcıda daha kaliteli bir yaşam imajı oluşturur.
Dekorasyona ilgi duysak da duymasak da hepimiz evlerde yaşıyoruz ve en temel haliyle bile olsa, ihtiyaç duyduğumuzda illa ki evimize dair birtakım seçimler yapıyoruz. Bu noktada herkes şunları ya duymuş ya da kendi bizzat kullanmıştır: naturel tonlar, doğadan ilham alan malzemeler, doğal dokular, doğal ışık… Çoğumuz evlerimizde doğayı refere eden, ondan izler taşıyan parçalar görmek istiyoruz. Hiç olmasa evimizde bitkiler bakıyor, yeşili yaşatmaya çalışıyor ve bol bitkili bir mekanda oldukça iyi hissediyoruz. Çünkü doğa ile iç içe olmanın, insanların mutluluk ve huzurunu artırdığı bilimsel bir gerçek. Özellikle yeşil alanlar, açık gökyüzü ve doğal ışık, insanların ruh halini olumlu yönde etkiliyor ve stresi azaltıyor. Bu nedenle, mimari tasarımda doğayla bağlantı kurma isteği konusunda ortak paydada buluşuyoruz. Özellikle günümüzde içinde olduğumuz doğadan bir hayli uzak, yoğun ve yorucu şehir hayatında bu oldukça fazla eğilim gösterdiğimiz bir ‘güzelleştirme’ yaklaşımı.
Doğadan ilham alma konusunu ele almışken bahsedebileceğimiz bir diğer nokta ise ‘aidiyet’ hissi. Hepimiz kendi zevklerimiz doğrultusunda yaşam alanlarımızı şekillendiriyor, aslında bir anlamda kendi mahremiyet alanlarımıza iç dünyamızı yansıtma ve bu sayede kendimizi ifade etme ihtiyacı hissediyoruz. Giyim tarzımız, kullandığımız kelimeler, damak zevkimiz… Özetle tüm tercihlerimiz benliğimizi oluşturuyor ve çevremize kendimizi -bazen konuşmamıza gerek bile kalmadan- bu seçimlerle yansıtıyoruz. Haliyle bu yaklaşıma en başta kendimizi en rahat ifade edebileceğimiz ve tamamen bize ait olan yaşam alanlarımızdan başlıyoruz. Aynı zamanda doğanın bir parçası olduğumuzu hissetme ihtiyacı, mekanlarımıza yansıtmaya çabaladığımız benliğimizde yaptığımız seçimlerimize de aksediyor.
Tüm bunların yanında, zaman geçirdiğimiz alanları daha iyi hale getirme isteğinin altında, mekanın işlevselliği ve kullanılabilirliğine de değinmek gerek. İyi tasarlanmış bir mekanda, aynı zamanda bu mekanın kullanıcının ihtiyaçlarını karşılamak için en ergonomik şekilde optimize edildiğinden de bahsedebilmek gerekir. Böyle bir mekan, kişinin günlük yaşamını daha kolay ve rahat bir şekilde sürdürebilmesini sağlar. Günümüzde, hepimiz giderek küçülen ve bundan dolayı kullanışsız olabilen evlerde yaşamak durumunda kalabiliyoruz. Şöyle bir düşündüğümüzde, örneğin boş bir evi gezerken; görsel sahipliklerinin dışında önce odaların yerleşimine ve ideal bir kullanım sunup sunmadığına bakarız. En çok bu kritere göre ‘güzel’ olup olmadığına dair bir yargıya varırız. Yani ihtiyaçlarımıza göre belirlediğimiz işlevsellik, mekanlara dair değer yargılarımızda önemli rol oynar.
Gelelim özellikle günümüz koşullarında bahsetmeden geçemeyeceğimiz, hayatımızın hemen her alanına yansıyan sosyal prestij meselesine. Yaşadığımız mekanlara kendi kimliğimizi yansıtırken, aslında sosyal statülerimizi de ifade etme eğilimimiz inkar edemeyeceğimiz bir gerçek. Prestijli ve güzel bir mekanda yaşamak, toplum içinde yüksek statüye sahip olma imajını pekiştiriyor ve buna sahip olma gerekliliği, kapitalist düzende hepimizin çok iyi bildiği yöntemler ile sıkça empoze ediliyor. Statüye sahip olma ihtiyacı ve ‘bizim gibi olan’ ile daha güçlü bir sosyal bağ kurma isteği, aslında insan varoluşunun doğasında olan bir gerçek olsa da, tüm dünyanın ‘elimizin altında’ olduğu günümüzde bu ihtiyaç, gittikçe daha önemliymiş gibi hissettiriyor. Ancak bizim için önem taşıyan şeylerin öncelik sıralamasını yaptığımızda sosyal prestiji her şeyden öne koymak, bazen bizi gerçek arayışımızdan uzağa götürebiliyor. Kendimizi yansıttığımız güzel evler ya da bulunduğumuz güzel mekanlar, aslında en önce kendi konforumuz ve iyi hissetmemiz için önemli.
Özetlemek gerekirse, güzel mekanlarda bulunma ve bulunduğumuz mekanları güzelleştirme isteği, daha birçok objektif ve subjektif yaklaşımla açıklanabilir. Ancak açıkça söyleyebiliriz ki mekan ve mutluluk arasındaki ilişki, mimarinin temel taşlarından biridir. Aslında hepimiz, yaşamlarımızı daha anlamlı ve mutlu kılacak mekanlar arayışında sürekli bir çaba içindeyiz. Doğa ile iç içe olmanın etkisi, güzel mekanların insanlar üzerindeki olumlu etkileri ve sosyal-psikolojik dinamikler, mimari tasarımın insan refahını artırmadaki önemini vurguluyor. Dolayısıyla, güzel ve işlevsel mekanlar yaratmak, insanların mutluluğunu ve yaşam kalitesini artırmak için artık neredeyse ‘hayati’ diyebileceğimiz bir öneme sahip. Mimari tasarımın, insanların fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamakla kalmayıp, aynı zamanda onların ruh halini iyileştirmesi ve toplumsal bağlarını güçlendirmesi, belki de modernitenin bize en ‘güzel’ getirisi.
Canan PERVİS